Saat oniki olmasına rağmen henüz hiçbir işe el atamamıştım. Kah masada, kah dinlenme odasında, kah balkonda derken öğle olmuştu. Henüz kapı da çalmamıştı. Aslına bakılırsa bundan hiç de şikayetçi değildim. Hatta bugün hiç çalmasa, gelen olmasa, kendimle başbaşa kalsaydım. Ya da bürodan kaçsaydım, gelenler bulamasaydı. Dinlemeden, konuşmadan şöyle rahat rahat…
Bu fikir aklıma düşer düşmez yine çıktım. Binanın kapısından adım attığım anda, içimi suçluluk ve pişmanlık duygusu kapladı. İşimden kaçıyorum. Olacak iş değil. Halbuki daha geçenlerde, bir Cumartesi günüydü de hani işe geç kalma telaşına kapılmıştım ya. Ne terslik şimdi bu. Kısa bir duraksamadan sonra iç sesim “geri dön” dedi.
Döndüm. Koltuğuma oturduğumda masadaki birkaç dosyanın üstünde duran kırmızı dosyanın numarası dikkatimi çekti. 192. Üçe bölünüyor takıntım ayaklandı. Dosyanın numarası davanın kazanılacağına işaret ediyor olmalıydı. İştahla üç sayfalık dilekçe yazmam gerek diyerek bilgisayarın başına geçtim. İlk cümleyi yazdım. Sadece üç kelime. Sonra arkası gelmedi. İçimde bir şeyler yazma dürtüsü vardı, ama işten kaçma suçluluğuna rağmen bir şey beni yazmaktan alıkoyuyordu ve kendimi buna zorlamanın bir manası yoktu.
İçimdeki “antagonist” harekete geçmişti. İş yapma dürtüme aynı güçle karşılık veriyor, beni engellemeye çalışıyordu. Başardı. Çatışmanın galibine boyun eğdim. Bu yenilginin sonucu; ehliyetsiz ellerde karakteri kaybettirilen ve bu yüzden yabancılaştığım Selçuk’un eski sokak ve insanlarına sığınmak oldu.
Büroyu terk etmeme engel olan suçluluk duygusuyla gidemediğim sokak, burada oturmaktayken, şimdi ve kırmızı dosya bana bakarken gidilemez değildi. Koordinat üstünde geriye bir sıçrayış yapınca oradaydı. Düşünce hızıyla kendimi geri atıp akasya kokusunun gül kokusuyla harmanlandığı Düşler Sokağı’nın başına geldiğimde, diğer köşe başından giriş yapan araba çok tanıdıktı. Yeşil Murat 124.
Dedim ya, işten kaçıyorum diye beni ofise döndüren iç sesim, ofise döndükten sonra antagonist tarafından susturulmuştu ve beni çalışmaktan alıkoymuştu. Fakat bu kez arabanın sinyal sesi, sokağın sessiz sesiyle buluşmuş ve bana bir şeyler anlatmaya başlamıştı. Sessiz bir film çevriliyordu bu sokakta ve bu filmin yönetmeni bendim. Belki bazen yardımcı oyuncusu.
Arabadan inen babamdı. Hep olduğu gibi yağlı paslı üst başla. Dizel motorun doktoruydu. Şimdiki Pınar Pide’nin bulunduğu yerde, eski adıyla 2. Okul Sokak’ın, Tamer Tavaslı’nın ise “Susam Sokağı” adını verdiği, bugünün Siegburg Caddesi’nin başında tahta kapılı bir tamirhanesi vardı. Geceleri kapımızın çalındığı çoktu. Yolda kalan araçlara giderdi. Çoklukla kamyon şoförlerine. Ekmek kavgasına ortak olmaya. Hiç yüksündüğünü, gelmem dediğini bilmem. Emekçi adamdı. Eve geldiğinde pantolonu, üst başı, elleri, kolları yağ içinde olurdu da bize mis gibi gelirdi kokusu. Baba kokusu. Motor yağlı. Ne güzel. Şaka yapmıyorum; her gün “Omo” ile yıkanırdı. Temizlenir, sofraya otururdu. Önünden yetmişlik votkası hiç eksik olmazdı. Kola ve buzla. Yemek bitince, annem çoğunlukla sabunlu el bezini bir tabağın içinde getirir önüne bırakırdı. Annemin boyalı saçını elleriyle kavrayıp, “Nasıl yakalamıştım saçlarından baharı” şarkısını söylediği günlere dönebilseydim, ben de ona “Neden saçların beyazlamış arkadaş” şarkısını söylerdim. Annem için tek şarkı; sesinden dinlemeyi en sevdiğim: “Bir varmış bir yokmuş eski günlerde, tatlı bir kız yaşarmış Boğaziçi’nde.” Fecri Ebciooğlu ve İlham Gencer gibi sanatçı yok şimdilerde. Öyle şarkılar söyleyen anne ve babalar da. Sanırım akranlarım bugünlerin duygusuz, cıstak cıstaklı şarkılarını duydukça “ne şarkılarmış o şarkılar be” diye düşünüyordur şimdilerde.
…
Zihnimde idam etmeye kalkıştığım zararlı insanlardan kaçmak istediğimde; eski sokaklarda gizlenen güzel insanlara sığınmak iyi geliyor. Tıpkı Peker Soylu ve Dr. Mustafa Kırşen gibi insanlara. Dar mahallemin sağlıkçı Robin Hood’ları.
Peker Amca… Bir kuşağın iyileştirici sağlık memuru amcası. Ama yine de korkulu rüya çoğu kez. O, elindeki kaynatıp kaynatıp herkesin poposuna batırdığı kalın uçlu iğnesi ile ne kadar hafızama kazınmışsa, eşi Yadigar teyze de elinden düşürmeksizin tüttürdüğü sigarasıyla bir o kadar mahallemizdeki herkesin belleğindedir. Sünnet ettiği bilmem kaç tane çocuğun arasında en çok beni sevmiştir derim kendi kendime. Ne de olsa babamın sıkı dostu, defalarca “domuz iğnesi bu” diyerek enjektöründe karıştırdığı ampulleri sapladığı adamın oğluyum. Motosiklet tepesinde oradan oraya yetişen, alçak boylu, kelimeleri makineli tüfeğin hızıyla yarıştıran…
Doktor Mustafa Kırşen mi? Aman ne olur Mustafa Amca, bağırma, kızma… Ateşler içindeyken gidecek başka doktorumuz yok sabaha karşı. Biliyorum, zil çaldığında homurdansan da kapıyı açarsın. Dinleyip muayene eder, ilaçları yazarsın. Hastalarını iki üç güne iyileştirirsin. Siyah kalın çerçeveli gözlüklerinle bir de kalın mı kalın, bas üstü sesinle biliriz seni. Elinden geçenleri değil, geçmeyenleri saysak iki dakikada biterdi eski Selçuk’un insanları. Aysel teyze mi? “Bir maniniz var mı?” diye sorduğum teyzelerdendir o da. Mustafa Amca’nın ciddiyetini bulaştırdığı ilk insan olmalı. Kocası odalara sığmayan acılarımıza çare olurken başımızda beklerdi mecbur. Küçük çocukların anneleri gibi mavi ispirtolu pamukları kaç kez çöpe atmışsındır kim bilir?
Çocukluğumun iyilerini bir araya toplamayı seviyorum. Bugünün kötülerini karşılarına koyuyorum. İç çatışmamın oyuncuları bir araya geliyor; mazideki iyilerle, bugünün kimliksiz, beceriksiz, ahlaksız, kibirli, hırsız, içinde her neyse ne kötülük barındıran oyuncuları…
Beni dilekçe yazmaktan alıkoyarak masa başındaki modern köleliğime geçici de olsa son vermemi sağlayan antagonistime teşekkür mü etmeliydim? Yaşamı kirleten insanlarla ve neden oldukları olaylarla, belleğimin kaydı altındaki olay ve insanların çatışması, kalıplaşmış bir yaşam biçimi içinde cansız ve renksiz bir yaşam sürmeme engel mi oluyordu? İyi bir gelecek için geçmiş ve şimdiyi savaşa mı sokmalı, yoksa sorgusuz sualsiz, hesapsız kitapsız anı mı yaşamalı?
Bakacağım.